18 Kasım 2015 Çarşamba
GÜLCE
Uçurumun kenarındayım Hızır
Ulu dilber kalesinin burcunda
Muhteşem belaya nazır
Topuklarım boşluğun avcunda
Derin yar adımı çağırır
Dikildim parmaklarımın ucunda
Bir gamzelik rüzgar yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Uçurumun kenarındayım Hızır
Civan hazır
Divan hazır
Ferman hazır
Kurban hazır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Güzelliğin zulme çaldığı sınır
Başım döner, beynim bulanır
El etmez
Gel etmez
Gülce'm uzaktan dolanır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Gülce bir davet
Mecaz değil
Maraz değil
Gülce bir afet
Peri değil
Huri değil
Gülce beyaz sihir
Gülce ölümcül naz
Buram buram zehir
Yar yüzünde infaz
Bir gamzelik rüzgar yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Güzelliğin zulme çaldığı sınır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Ben fakir
En hakir
Bin taksir
Ateşten
Kalleşten
Mızrakla gürzden
Dabbetülarz'dan
Deccal’dan, yedi düvelden
Korku nedir bilmeyen ben
Tir tir titriyorum Gülce’den
Ödüm patlıyor Gülce’ye bakmaktan
Nutkum tutuluyor, ürperiyorum
Saniyeler gözlerimde birer can
Her saniyede bir can veriyorum
Ömer Lütfi Mete
15 Şubat 2012 Çarşamba
AŞK YETENEK İSTER-
Bende Mecnûn'dan füzûn âşıklık isti'dâdı var
Âşık-ı sâdık benim Mecnûn'un ancak adı var
Çoğumuz ezbere biliriz Fuzûli'nin o ünlü beytini, ve ünlü olmayı hak edecek kadar da güzeldir:
Bende Mecnûn'dan füzûn âşıklık isti'dâdı var
Âşık-ı sâdık benim Mecnûn'un ancak adı var
Edebiyatta bu tür beyitler için "berceste (zeka sıçraması ile söylenebilen seçkin, latif, ince anlamlı, kolayca hatıra gelen, velhasıl yapı ve anlam bakımından ustaca söylenmiş beyit)" denir. Ancak bu beytin berceste olmaktan öte bir de sehl–i mümtenî özelliği vardır. Yani ki söylemesi kolaymış gibi görünür de söylemeye kalkınca bir türlü iki dize bir araya getirilemez. Sehl–i mümteni söylemek, ancak duymak, hissetmek, yaşamak, belki yüreğini kanatmakla mümkündür. Şair kendisini lirizmin o kadar derinlerinde hisseder ki, söylediği şiirden öte bir ulvî ilham olup çıkar karşımıza.
Yukarıdaki beyitte şair, yalın bir anlatım ile "Bende Mecnun'dan daha fazla âşıklık yeteneği var. Gerçek âşık benim; Mecnun'un ise adı çıkmış!" demektedir. Ancak bu anlam için seçtiği kelimelere bakıldığında şairin, derinlikli bir âşık, lirizmin sınırlarını zorlayan bir düşünce adamı olduğu görülür.
T.S.Eliot "Mânâsı anlaşılabilen şiir, gerçek şiir değildir!" der. Bu kural en çok Divan şiiri için geçerlidir. Çünkü bir Divan şairi, asla görünen anlam ile yetinmez. O, kelimelerine, çıplak anlamlarının ötesinde mesajlar yüklemeyi sever.
Yukarıdaki beyte bakan pek çok okuyucu bilmediği tek kelimenin "füzûn (artık, fazla, ziyade)" olduğunu düşünür. Diğer kelimelerin anlamlarını bildiği için de beyti, "Mecnun'dan daha beter bir âşık"ın feryadı olarak algılar. Oysa şiirin asıl zenginliği, okuyucunun bildiğini düşündüğü kelimelerin semantik açılımlarında gizlidir. Çünkü şair bu kelimeleri özellikle seçmiş, bilerek vezne bağlamıştır. Söz gelimi ilk dizedeki "istidâd" kelimesi belli bir amaç kastedildiği için oradadır. "İstidâd", ilk bakışta herkesin zannettiği gibi kuru kuruya "yetenek" değil, "insanın doğuştan getirdiği kabiliyet, bir şeyi kavrama ve kazanma yeteneği"dir. Bu durumda şairin sözünü ettiği aşk, tıpkı şairlik, müzisyenlik, aktristlik gibi fıtrî bir yetenek meselesi olup herkeste bulunmayabilir. Yani herkes âşık olduğunu sanabilir, ama yaratılışında aşk yeteneği olanların aşkı daha başka olacaktır. Tıpkı herkesin şiir yazması; ama gerçek şair olamaması gibi. O halde şairin söylediği âşıklık istidâdı bir "Allah vergisi"dir ve Mecnun'dan daha ziyade âşıklık iddiası ıspata bağlıdır. Bugünün ikinci ve üçüncü dünya ülkelerinde nice insanlar kendilerindeki istidâdı keşfedemeden ömürlerini tüketirler. Hiçbir enstrümanla karşılaşmayan sayısız müzisyen, hiç spor kompleksine yolu uğramayan yığınla sporcu, hiç tuval karşısına geçmeyen nice ressam, maalesef içlerindeki istidâdı bilmeden yaşarlar ve ölürler. Oysa Fuzulî kendi yaratılışının farkında... Yoksa sevgilisine hitaben Mecnun'dan daha fazla bir âşıklık yeteneğine sahip olduğunu açıkça haykırmazdı. Bu haykırışta bir meydan okuma da gizlidir üstelik: "Ey sevgili istersen beni dene?!. Mecnun'un Leyla için yaptığı fedakârlıkların ötesinde senin için fedakârlığa hazırım!.."
Beytin ikinci dizesinde "sâdık" kelimesi "âşık"ın sıfatı olarak kullanılmıştır. Sadık kelimesinin iki anlamı vardır: 1. Gerçek, doğru, sahih; 2. Sadakatlı, vefalı, bağlılığı içten olan. Birinci anlama göre şair şu dünyada "âşık" diye anılmaya ancak kendisinin layık bulunduğunu, Mecnun'un ise adı çıkmış bir zavallı konumunda olduğunu söylüyor ki böylece Mecnun'u "yalandan âşık, yalancı âşık" konumuna düşürebilsin. Tıpkı subh–ı sâdık (gerçek sabah aydınlığı) ve subh–ı kâzip (geçici, yalancı aydınlık) gibi. Üstelik dizenin devamında da "Mecnun'un ancak adı var" diyerek onun bir addan ibaret olduğunu, bir masal kahramanı mesabesinde bulunduğunu, yaşayıp yaşamadığı konusunda şüpheye bile düştüğünü, ezcümle Mecnun'un, "adı var kendi yok" bir isimden ibaret kaldığını, böylelikle de kendisinin ete kemiğe bürünmüş hâliyle "gerçek"liğini anlatıyor. Ve bir şeyi daha söylüyor; "Mecnun, tıpkı Ferhat gibi, Kerem gibi evvelce yaşamış ve adı kalmış bir âşık, şimdi ise âşıklık kurumunu ben temsil ediyorum, bu çağda aşk nöbetini ben tutuyorum, gerçekten var olan, doğru olan, hakikatli olan âşık (âşık–ı sâdık) benim."
Sadık kelimesinin ikinci anlamına (sadakatlı, vefalı, bağlılığı içten olan) göre de şair sevgilinin kapısını sadakatla beklediğini, eşiğinde kul köle olduğunu, böylece vefasını gösterdiğini dile getiriyor. Bu ifadenin mefhûm–ı muhalifinden, Mecnun'un böyle davranmadığı, alıp başını çöllere giderek sevgiliye sadakatsızlık ettiği anlaşılır. Çünkü sevgiliye sadakatın özü ve özeti, aşkını sır gibi saklamak, iyilik gördüğünde de, kötülük gördüğünde de bu tavrı değiştirmemektir. Fuzulî kendisinin böyle bir sadakat içinde bulunduğunu, kimsecikleri dert ortağı edinmeden sevgilinin aşkını içinde taşıdığını; öte yandan Mecnun'un, çöllere gidip kuşlara, kurtlara, ceylanlara sırrını açarak aşkını dillere destan ettiğini, böylece sadakatlı âşık (âşık–ı sâdık) olamadığını söylemektedir.
Elhak, şair her iki anlama göre de Mecnun'dan üstün bir âşık olduğunu ıspat etmiş durumda.
İmdi, eğer bu beyti, kendi kelime bilgimize güvenip ilk bakışta göze çarpan çıplak anlamıyla okuyup bıraksaydık şairin bu zengin hayallerini ve derinlikli düşüncesini yakalayamayabilirdik. Zannımca bu da şaire haksızlık olurdu. Eliot haklı galiba! "Mânâsı anlaşılabilen şiir, gerçek şiir değildir!
İskender Pala- Kitab-ı Aşk
.
Âşık-ı sâdık benim Mecnûn'un ancak adı var
Çoğumuz ezbere biliriz Fuzûli'nin o ünlü beytini, ve ünlü olmayı hak edecek kadar da güzeldir:
Bende Mecnûn'dan füzûn âşıklık isti'dâdı var
Âşık-ı sâdık benim Mecnûn'un ancak adı var
Edebiyatta bu tür beyitler için "berceste (zeka sıçraması ile söylenebilen seçkin, latif, ince anlamlı, kolayca hatıra gelen, velhasıl yapı ve anlam bakımından ustaca söylenmiş beyit)" denir. Ancak bu beytin berceste olmaktan öte bir de sehl–i mümtenî özelliği vardır. Yani ki söylemesi kolaymış gibi görünür de söylemeye kalkınca bir türlü iki dize bir araya getirilemez. Sehl–i mümteni söylemek, ancak duymak, hissetmek, yaşamak, belki yüreğini kanatmakla mümkündür. Şair kendisini lirizmin o kadar derinlerinde hisseder ki, söylediği şiirden öte bir ulvî ilham olup çıkar karşımıza.
Yukarıdaki beyitte şair, yalın bir anlatım ile "Bende Mecnun'dan daha fazla âşıklık yeteneği var. Gerçek âşık benim; Mecnun'un ise adı çıkmış!" demektedir. Ancak bu anlam için seçtiği kelimelere bakıldığında şairin, derinlikli bir âşık, lirizmin sınırlarını zorlayan bir düşünce adamı olduğu görülür.
T.S.Eliot "Mânâsı anlaşılabilen şiir, gerçek şiir değildir!" der. Bu kural en çok Divan şiiri için geçerlidir. Çünkü bir Divan şairi, asla görünen anlam ile yetinmez. O, kelimelerine, çıplak anlamlarının ötesinde mesajlar yüklemeyi sever.
Yukarıdaki beyte bakan pek çok okuyucu bilmediği tek kelimenin "füzûn (artık, fazla, ziyade)" olduğunu düşünür. Diğer kelimelerin anlamlarını bildiği için de beyti, "Mecnun'dan daha beter bir âşık"ın feryadı olarak algılar. Oysa şiirin asıl zenginliği, okuyucunun bildiğini düşündüğü kelimelerin semantik açılımlarında gizlidir. Çünkü şair bu kelimeleri özellikle seçmiş, bilerek vezne bağlamıştır. Söz gelimi ilk dizedeki "istidâd" kelimesi belli bir amaç kastedildiği için oradadır. "İstidâd", ilk bakışta herkesin zannettiği gibi kuru kuruya "yetenek" değil, "insanın doğuştan getirdiği kabiliyet, bir şeyi kavrama ve kazanma yeteneği"dir. Bu durumda şairin sözünü ettiği aşk, tıpkı şairlik, müzisyenlik, aktristlik gibi fıtrî bir yetenek meselesi olup herkeste bulunmayabilir. Yani herkes âşık olduğunu sanabilir, ama yaratılışında aşk yeteneği olanların aşkı daha başka olacaktır. Tıpkı herkesin şiir yazması; ama gerçek şair olamaması gibi. O halde şairin söylediği âşıklık istidâdı bir "Allah vergisi"dir ve Mecnun'dan daha ziyade âşıklık iddiası ıspata bağlıdır. Bugünün ikinci ve üçüncü dünya ülkelerinde nice insanlar kendilerindeki istidâdı keşfedemeden ömürlerini tüketirler. Hiçbir enstrümanla karşılaşmayan sayısız müzisyen, hiç spor kompleksine yolu uğramayan yığınla sporcu, hiç tuval karşısına geçmeyen nice ressam, maalesef içlerindeki istidâdı bilmeden yaşarlar ve ölürler. Oysa Fuzulî kendi yaratılışının farkında... Yoksa sevgilisine hitaben Mecnun'dan daha fazla bir âşıklık yeteneğine sahip olduğunu açıkça haykırmazdı. Bu haykırışta bir meydan okuma da gizlidir üstelik: "Ey sevgili istersen beni dene?!. Mecnun'un Leyla için yaptığı fedakârlıkların ötesinde senin için fedakârlığa hazırım!.."
Beytin ikinci dizesinde "sâdık" kelimesi "âşık"ın sıfatı olarak kullanılmıştır. Sadık kelimesinin iki anlamı vardır: 1. Gerçek, doğru, sahih; 2. Sadakatlı, vefalı, bağlılığı içten olan. Birinci anlama göre şair şu dünyada "âşık" diye anılmaya ancak kendisinin layık bulunduğunu, Mecnun'un ise adı çıkmış bir zavallı konumunda olduğunu söylüyor ki böylece Mecnun'u "yalandan âşık, yalancı âşık" konumuna düşürebilsin. Tıpkı subh–ı sâdık (gerçek sabah aydınlığı) ve subh–ı kâzip (geçici, yalancı aydınlık) gibi. Üstelik dizenin devamında da "Mecnun'un ancak adı var" diyerek onun bir addan ibaret olduğunu, bir masal kahramanı mesabesinde bulunduğunu, yaşayıp yaşamadığı konusunda şüpheye bile düştüğünü, ezcümle Mecnun'un, "adı var kendi yok" bir isimden ibaret kaldığını, böylelikle de kendisinin ete kemiğe bürünmüş hâliyle "gerçek"liğini anlatıyor. Ve bir şeyi daha söylüyor; "Mecnun, tıpkı Ferhat gibi, Kerem gibi evvelce yaşamış ve adı kalmış bir âşık, şimdi ise âşıklık kurumunu ben temsil ediyorum, bu çağda aşk nöbetini ben tutuyorum, gerçekten var olan, doğru olan, hakikatli olan âşık (âşık–ı sâdık) benim."
Sadık kelimesinin ikinci anlamına (sadakatlı, vefalı, bağlılığı içten olan) göre de şair sevgilinin kapısını sadakatla beklediğini, eşiğinde kul köle olduğunu, böylece vefasını gösterdiğini dile getiriyor. Bu ifadenin mefhûm–ı muhalifinden, Mecnun'un böyle davranmadığı, alıp başını çöllere giderek sevgiliye sadakatsızlık ettiği anlaşılır. Çünkü sevgiliye sadakatın özü ve özeti, aşkını sır gibi saklamak, iyilik gördüğünde de, kötülük gördüğünde de bu tavrı değiştirmemektir. Fuzulî kendisinin böyle bir sadakat içinde bulunduğunu, kimsecikleri dert ortağı edinmeden sevgilinin aşkını içinde taşıdığını; öte yandan Mecnun'un, çöllere gidip kuşlara, kurtlara, ceylanlara sırrını açarak aşkını dillere destan ettiğini, böylece sadakatlı âşık (âşık–ı sâdık) olamadığını söylemektedir.
Elhak, şair her iki anlama göre de Mecnun'dan üstün bir âşık olduğunu ıspat etmiş durumda.
İmdi, eğer bu beyti, kendi kelime bilgimize güvenip ilk bakışta göze çarpan çıplak anlamıyla okuyup bıraksaydık şairin bu zengin hayallerini ve derinlikli düşüncesini yakalayamayabilirdik. Zannımca bu da şaire haksızlık olurdu. Eliot haklı galiba! "Mânâsı anlaşılabilen şiir, gerçek şiir değildir!
İskender Pala- Kitab-ı Aşk
.
9 Ekim 2011 Pazar
1 Eylül 2011 Perşembe
30 Ağustos 2011 Salı
KARANLIK
Sanma herşey karanlıkta kalacak
suskunluklar dile gelip konuşacak
Güneş daha çok yaklaşacak
Dilsizler dillenecek, amalar görecek
Görülmeyen benim, karanlığın ardında
Bir gün bende aydınlığa çıkarım.
Ay kaybolup,güneşin hükmünü yitirirdiği gün
Yüreğimde bulurum aydınlığımı.
iG
suskunluklar dile gelip konuşacak
Güneş daha çok yaklaşacak
Dilsizler dillenecek, amalar görecek
Görülmeyen benim, karanlığın ardında
Bir gün bende aydınlığa çıkarım.
Ay kaybolup,güneşin hükmünü yitirirdiği gün
Yüreğimde bulurum aydınlığımı.
iG
15 Mayıs 2011 Pazar
KUMRU
KUMRU
Hu dedi huuuu.Duyuramadı sesini.Tekrar hu dedi huuuuu...
Kafasını göğe doğru kaldırdı.Masmaviydi gök yüzü.Güneşin ışıkları rengarenk çiçeklerin üstünü aydınlatıyordu.Onlara doğru baktı.Büyük zanaatkar her yeri en güzel renkelere boyamışken.Bu karanlık kovukta oturan da kimdi.Yanına biraz daha yaklaştı.
Hu dedi huuuuu......
sesini duyuramayınca eliyle dürttü.Yavaş hareketlerle başını dervişe doğru çevirdi.Gözleriyle kendisini rahatsız edene uzun uzun baktı.Derviş kendisine bakan bakışlardan kaçmak için eline çantasına götürdü.Ekmeğinden bir parça kopartıp ona doğru uzattı.Kendisine doğru bakan baş gene kovuğun içine doğru çevrildi ve bir nokta da sabitlendi..
Derviş seslendi;Ey fani halin hal değildir,bir parça yede canına can gelsin.
Gözler dervişe çevrildi.kuruyup çatlamış dudaklardan usulca kelimeler döküldü.
-Can neylesin ekmeği,cana can katacak can olmayınca.
Derviş gene seslendi;Canı o kovukta mı ararsın.Çık dışarı bir bak hele.....
Ey deviş can kovukta değildir.Can yüreğimdedir.Girdim onunla kovuğa ben susarım o beni dinler.O susar ben onu dinlerim.
Derviş gene sordu;can'a sen mi varamadın.Yoksa cananı sana mı vermediler.
-bilemedim derviş bilemedim.Doğru yoldan yürüyüp yarin gönlüne varmayı.Ben yarin peşinden koşar iken melamet hırkasını giyer olmuşam.
Derviş;Giydin ise melamet hırkasını bu kovukta ne işin var Yürüyüp varsaydın ya yaradana.
-Ben bilmem derviş bilmem yaradana nasıl varılır.Ha yanar bu yürek ha yanar cehennem ateşi gibi.
Derviş;Öyle ise çık kovuktan da bu ab-ı hayat suyundan iç.
-Ey derviş beni yolumdan alıkoyma ben acından memnunum.
Derviş;Sen acını çektin.Can'a kavuşmak istermisin a can...
-Sen ne dersin bre derviş can'a kavuşmak mı?
Derviş;Razıysan can'a varınca can'ı vermeye iç bu ab-ı hayat suyundan bir yudum.
-Elinden su kabını kaparcasına aldı.Umud dolu gözlerle dervişe baktı ve kafasına dikti.
Derviş; O suyu içerken; kumru olup uç,yarin penceresine kon dedi.
Ab-ı hayat suyu yere düştü.Bir kanat sesi pır diye uçuverdi.
Kız penceredeki tıkırtılara kulak verdi.Perdenin arkasından gagasıyla camı tıklayan kuşa baktı.Gülümsedi.Gitti bir parça ekmek getirip pencerenin önüne koydu.Kuş ekmeği yemiyordu.Buğulu gözlerle kendisine bakıyordu.Gu. gu. Gu .gu gu dedi;kuşu korkutmadan yakalamak için elini yavaşça kuşa yaklaştırdı.Yakalayıp içeri aldı.Kumrum kumrum sen ne ararsın buralarda dedi.
-Kumru;Gu gu gu gu gu dedi.
Kız tüm şefkatiyle kumrunun başını öptü.
Kumru bu ana dayanamamıştı önce başı öne düştü sonra gagasında bir damla kan kızın ellerine düştü
Kaleme alan:İrfan Güçcük
Hu dedi huuuu.Duyuramadı sesini.Tekrar hu dedi huuuuu...
Kafasını göğe doğru kaldırdı.Masmaviydi gök yüzü.Güneşin ışıkları rengarenk çiçeklerin üstünü aydınlatıyordu.Onlara doğru baktı.Büyük zanaatkar her yeri en güzel renkelere boyamışken.Bu karanlık kovukta oturan da kimdi.Yanına biraz daha yaklaştı.
Hu dedi huuuuu......
sesini duyuramayınca eliyle dürttü.Yavaş hareketlerle başını dervişe doğru çevirdi.Gözleriyle kendisini rahatsız edene uzun uzun baktı.Derviş kendisine bakan bakışlardan kaçmak için eline çantasına götürdü.Ekmeğinden bir parça kopartıp ona doğru uzattı.Kendisine doğru bakan baş gene kovuğun içine doğru çevrildi ve bir nokta da sabitlendi..
Derviş seslendi;Ey fani halin hal değildir,bir parça yede canına can gelsin.
Gözler dervişe çevrildi.kuruyup çatlamış dudaklardan usulca kelimeler döküldü.
-Can neylesin ekmeği,cana can katacak can olmayınca.
Derviş gene seslendi;Canı o kovukta mı ararsın.Çık dışarı bir bak hele.....
Ey deviş can kovukta değildir.Can yüreğimdedir.Girdim onunla kovuğa ben susarım o beni dinler.O susar ben onu dinlerim.
Derviş gene sordu;can'a sen mi varamadın.Yoksa cananı sana mı vermediler.
-bilemedim derviş bilemedim.Doğru yoldan yürüyüp yarin gönlüne varmayı.Ben yarin peşinden koşar iken melamet hırkasını giyer olmuşam.
Derviş;Giydin ise melamet hırkasını bu kovukta ne işin var Yürüyüp varsaydın ya yaradana.
-Ben bilmem derviş bilmem yaradana nasıl varılır.Ha yanar bu yürek ha yanar cehennem ateşi gibi.
Derviş;Öyle ise çık kovuktan da bu ab-ı hayat suyundan iç.
-Ey derviş beni yolumdan alıkoyma ben acından memnunum.
Derviş;Sen acını çektin.Can'a kavuşmak istermisin a can...
-Sen ne dersin bre derviş can'a kavuşmak mı?
Derviş;Razıysan can'a varınca can'ı vermeye iç bu ab-ı hayat suyundan bir yudum.
-Elinden su kabını kaparcasına aldı.Umud dolu gözlerle dervişe baktı ve kafasına dikti.
Derviş; O suyu içerken; kumru olup uç,yarin penceresine kon dedi.
Ab-ı hayat suyu yere düştü.Bir kanat sesi pır diye uçuverdi.
Kız penceredeki tıkırtılara kulak verdi.Perdenin arkasından gagasıyla camı tıklayan kuşa baktı.Gülümsedi.Gitti bir parça ekmek getirip pencerenin önüne koydu.Kuş ekmeği yemiyordu.Buğulu gözlerle kendisine bakıyordu.Gu. gu. Gu .gu gu dedi;kuşu korkutmadan yakalamak için elini yavaşça kuşa yaklaştırdı.Yakalayıp içeri aldı.Kumrum kumrum sen ne ararsın buralarda dedi.
-Kumru;Gu gu gu gu gu dedi.
Kız tüm şefkatiyle kumrunun başını öptü.
Kumru bu ana dayanamamıştı önce başı öne düştü sonra gagasında bir damla kan kızın ellerine düştü
Kaleme alan:İrfan Güçcük
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)